Devrimin ve Aşkın Şairi Metin Cengiz/Azad Ziya Eren konuştu

Devrimin ve Aşkın Şairi Metin Cengiz/Azad Ziya Eren konuştu

 

DEVRİMİN VE AŞKIN ŞAİRİ: METİN CENGİZ

 

AZE-Kendinin şiirini yazmak, devrim gibi yaşayan devrimcilerin şiirini yazmaktan kolay olsa gerek. Bir dönemin isimleriyle bile şiir olanların, hevesin trajediye dönüştüğü ve fakat yıl aldıkça da efsaneleştiği bir dönem. Bu kesitin hikayesinin şiirini söyleyerek, acısı karşısında dil olup kendine görev addeden, sızıyı seçen düşçü kim? Metin Cengiz bu şiirlerin neresinde?
MC-Şair anlattığı şeydir. Diyebilir miyiz? Bence deriz. Sorun anlattığını şairin içselleştirip içselleştirmediği, içten duyup duymadığı. Anlatılanın anlatılmak istenene sahici bir biçimde uyup uymadığı. Metinsel gerçeklik olarak gerçeklikle kurduğu akrabalık bağının inandırıcılığı. Bir şiir gerçekliğin bir parçasını, ya da herhangi bir yönünü bütün derinliğiyle bize sunuyorsa şair bu şiirlerle kendini de anlatmış sayılır. Şiirde algıladığımız neyse onun gerçekliği mi anlattığı, yoksa uydurma mı olduğu artık önemli değildir, ayrıca yaşadığımızı anlatmak için bile kurguya gereksinim duyarız. Ve bu bağlamda her anlatılan kurgusal (bizim kurgumuz, benim anlattığım) bir metindir.
Kaldı ki eğer şair yaşadığının ne olduğunun ayrımında değilse, yaşadığı çağı yanılsamalı olarak algılıyor, gerçek diye inandığı şeyler gerçekliği değil de gerçekliği erki elinde bulunduranların göstermek istediği biçimde kurguluyorsa, ki günümüzde gazetesinden televizyonuna, öyküsünden, romanından şiirine kadar birçok alanda böyle, o zaman metin ne denli başarılı kurgulanmış olursa olsun bu geçici olmak zorundadır. Büyük romanlara, hayatın yerine koyduğunuz öykülere, kalıcı, hepimizin etkilendiği şiirlere bakın, hepsinin nabzı yaşamın içinde atar. Bizim hayatımızdır dile getirilen. Ya da anlatılanda biz kendimizi de buluruz.İşte bu bağlamda, dediğin gibi bir dönem kendileri şiir gibi yaşayan, hevesleri trajediye dönüşen ve ama efsaneleşen bu insanları anlatmak, aynı şeyleri yaşamış bir şair olarak başta bana düşer diye düşündüm. Onların yaşadıklarını hissetmeye çalıştım. Hayat hikayelerini okudum. Kendi hikayemi gözümün önünden geçirdim. Ve sonuç: Özgürlük Şiirleri çıktı ortaya.

Düşçünün kim olduğuna gelince… büyük anlatıların sonu geldi denir ya.
Bunu söyleyenler, insanoğlunun geleceği adına düş kurmasına bile tahammülü olmayanlardır.
İnsanoğlunun düşünü elinden çalmaya çalışan, sermayenin kalemşorluğunu yapan düş katilleridir.
Düşçü ise halen insanoğlu için yalnızca kanunlar önünde eşitliği değil, dünyadaki o büyük şölene katılma koşullarında eşitliği savunan herkestir.Bu uğurda namusluca mücadele eden, kalemini kullanan herkestir.Yani Denizler birer düşçüydü.İşkencede ölenler, öldürülenler, yaşı tutmadığı halde idam edilenler, ülkenin emperyalizme peşkeş çekilmesine karşı çıkanlar… Hukuka aykırı olarak idam edilenler… Metin Cengiz bu şiirlerde bir yanılsama yaratarak kendini geri çekip şiirleri öne aldığı yerdedir elbette.

 

AZE-Pessoa’dan bildiğimiz bir gizlenerek kendini ele verme çabasıyla mı karşı karşıyayız? Yoksa gerçekten de olmaz oldu da tesadüfler, bilinçli tercihler, aynı birikintiye dökülmeler, bir dev’rin oylumuna mı dönüştü?

MC-Şair birinci şahsın ağzından yazdığında nasıl genelin tinsel durumunu, onların duyuşunda potansiyel olarak var olanı anlatıyorsa, üçüncü şahsın ya da birinci çoğul şahsın ağzından anlatırken de kendini anlatır. Bu basit anlatma biçimi bile aslında kendini bir dolaylı ortaya koyma yöntemidir. Yani sonuçta bir ele verme biçimidir.Benim bu kitapta genellikle romanda uygulanan bildik tekniklere (mizansen-sahneye koyma, sahneleme tekniğine) başvurmamın sebebi kendimi yani şairi geri çekerek okuru yalnızca şiirle baş başa bırakarak şiir üzerine düşündürtmeye yöneltmekti. İnandırıcı olması için de elimden geleni yaptım. İnandırdı da. Hatta bazı yazar arkadaşlar konuşurken bu şiirlerin özellikle ilk bölümünün kurguda anlattığım gibi bir antoloji olduğunu bile söylediler. Özellikle de ilk bölümde, şiirlerin üstündeki açıklamalar bu inandırıcılığı sağlamış olsa gerek ki bu açıklamalar şiirde yabancılaştırma tekniğine farklı bir katkı da sağlamıştır.Demek ki gizleme/düşündürtme işinde başarılı olmuşuz. Elbette bunun tersi de geçerli. Kendimizi açık etmişiz bir iyice. Bu kurgular olmasaydı belki bunca kendimizi ele vermezdik. Sonuç elbette bir devrin oylumuna dönüştü. Onlar hayatlarıyla şiir yazdılar. Ben onların hayatlarını öne çıkararak trajik boyutta kırımın şiirini yazdım. Aslında o kırımlardan (ilk bölümde anılanlar Denizlerin kırımından sonra gelen seksenli yıllar kırımını anlatır) kurtulan biri olarak bir anlamda kendi ölümümü de yazdım. Çünkü o kırımlardaki birçok ölüm rastlantı olduğu gibi sağ çıkma da rastlantıydı. Ölümü yine sıradanlaştırarak verdim ki devrimci kırımı düşünülerek bulunsun. Yani geri çekerek, bulanıklaştırarak öne çıkarma.

AZE-Kuyu derdinden kurutur suyunu. Sizi bu birikintinin derdi nasıl taşıdı kitaba?
MC-Uzun yıllar bu şiirleri yazmayı tasarladım. Ama biçimi konusunda emin değildim. Derken 1997’li yıllarda biçimi buldum. Yani kafamda aydınlandı nasıllığı. Ve önce tasarıyı gerçekleştirmek için düşçünün şiirleri ile aranıp bulunmuş şiirler diye kitabı ikiye böldüm. Düşçünün notunu ve sonsözü yazarak tasarladığım şiirlerin başlıklarını yazdım. Birinci bölümü yazarken biçim beni farklı bir kurguya götürdü. Şiirleri farklı birinin yazdığına inandırmak için her şiirin üstüne bazı açıklamalar yazmaya başladım. Ama şuna iyice inandım ki şiir yazarken kafanızda şiirin özüne, içeriğine, anlatacaklarınıza dair şiirsel düşünce olarak aklınıza gelen neyse ona uygun bir biçim bulamamışsanız şiir olmuyor. Biçim önemli. Nitekim bu devrimci kırımı aynı yıllarda bana Aşk İlahileri ile Günümüze Hüzzamlar’ı da yazdırtmıştır. O iki dosya ölüm temasını daha bir genel düzeyde ele alan şiirler toplamından oluşmuştur. Ve o dönem yaşananlar soyut düzlemde ve tinsel boyutta şiir olarak verilmiştir. Özellikle de Günümüze Hüzzamlar’da (“Geriye hesabı ödenmiş dizeleri kaldı/ Devlet mührüyle gömlekleri kanlı/O eski zaman savaşçıları gibi/ Ölümü koltuğuna alıp/ Çığlığını uçurumlara siper edenlerden” “Günümüzden Görüntülerin Şarkıları, Şarkı 6”’dan)
Benim muhayyilemdeki kuyu ise, yaşadıklarından biriktirdiği derdini, bir vicdan borcu olmanın ötesinde, bir şiir duruşu olarak da gösterme çabasının ürünüdür. Düşünsenize, yaptığı neyse, en çok dört beş ay hapiste tutulması gereken bir çocuk işkenceyle öldürülüyor. Bu dert aslında bu toplumun da içini oymaktadır. Toplum geriye yönelik yaptıklarından arınmak, kendini aklamak için o dönemi masaya yatırıp, ne gerekiyorsa onu yapmalı, sorumlular tarih adına yargılanmalı, toplumdan özür dilenmeli. Sol adına sol çocukluk hastalığından payı olanların da bu topluma karşı özür borçları var. Bu yapılmadı. Bu yarılmadan doğan görülüyor, bugün bir yandan Müslüman geçinen ama her türlü pisliğin içinde debelenen, paraya tapan bir yapılanma, bir yandan da aşırı içine kapanan, sözüm ona milliyetçi bir oluşum varsa o gün yaşadıklarımızın sonucudur bu. (Bu arada şunu söyleyeyim, sözün geldiği bu yerde, hiç yeri olmasa da: Muhammed’in “Veda Hutbesi”ni dinletmek gerekir bu garip durumu yaratanlara ki dinin siyasileştirilmesinin sonucu yüzlerinde şamar gibi patlasın. Denecek ki “ama İslamiyet zaten siyasi?”. Evet de Muhammed peygamber. Şeriat isteme hakkına sahip. Şimdi ki siyasiler ise Allah’tan öyle bir sıfat mı almışlar?)

AZE-Kâbus mu düş mü bu şair?

MC-Her ikisi de. Ben uzun süre içimde yaşattığım düşçüyü ve o ilk bölümdeki şairleri bir kabus gibi yaşadım. Şimdi onlar benden özgürleştiler. Başkalarında kâbus olmak için. Düştürler çünkü düşleri için yaşadılar ve düşleri uğruna bir siyasi programın planı dahilinde katledildiler, yok edildiler. Başkalarına düş ekmeye devam etmelerinin önü alınamadı ama.

AZE-Ben kitabı okurken belki yanılsama olabilecek bir sonuca vardım. Sanki birinci bölüm olan “Şairi Belirsiz Şiirler” ikinci bölüm olan “Düşçünün Yazdığı Şiirler”in ithaf edildiği devrimcilerin ağzıymış gibi. Kitap bir organizma gibi dışseslerin ve içbilincin gölgesinde hareket etmiş, çift ağızlı bir kılıç sanki kesmiş kendini. Şair, bu kitapta, ölen dostlarının miras ağzı olmuş diyebilir miyiz?
Dersek bunu, kendini yazmanın ağırlığından bir nebze de olsa kaçmak için onlara sığınmak olarak da görebilir miyiz? Bu kaçış şiirin zafiyeti değil özgünlüğüne varmış çünkü.
MC-Birinci bölümde şairi belirsizdir şiirlerin ama bazılarının şairleri de bellidir. Ancak şöyle diyelim. İlk bölümdeki şiirler bir toplumsal bilinç, ruhsal biçimlenme olarak okunmalı. Dolayısıyla ikinci bölümde ithaf edilen devrimcilerin ruhsal durumu olarak okunmalı. İlk bölümdeki bazı şiirlerin şairlerinin belli olması bu durumu değiştirmez. Hatta bu adı geçenler bir sonraki kudeta sorumluları tarafından yok edilmiş olsalar da toplumun ruhsal biçimlenmesini göstermek doğrultusunda bir işlev edinirler.
O dönemleri içerden yaşamış biri olarak sadece miras ağız değil, onların fikirlerinin bir devamlılığı söz konusu. Dostoyevski çok sesliliği açıklarken böyle der. Toplumda yer etmiş düşüncelerin taraftarları yok edilseler de düşünceler yok edilemezler. Hayalet olarak kabus gibi çöker o toplumun üstüne.
Öteyandan ben kendimi yazarken aynı zamanda toplumu da yazmaya çalıştım. Bunu bilinçli bir tercih olarak yaptım. Aksi durumda kendiniz bir abuklama halinde çıkarsınız ortaya. Her birey, ne denli ayrıksı olursa olsun, bu toplumun belirli bir döneminin belirli ruhsal dönencesine uygun düşen bir ürünüdür. Toplumsallık içimize işlemiştir yani. Ondan kurtuluş yok. Ben ötekilerdir, dendikte de anlaşılması gereken budur. Elbette toplumsal olan bireyde doğrudan zuhur eder diye bir şey de demek istemiyorum. Bireysel olan da toplumsal olanı kendine göre işler, farklılıklarıyla orta yere kor. Yani her birey farklı yaşar toplumsallığı. Çevre, ekonomik koşullar, kültürel yaşam, ebeveynlerle olan iletişim, psikolojik etmenler, vb. doğrudan iliklerine işler bireylerin. Ve kendinize özgü bir biçimde deneyimlersiniz gerçekliği. Ama bütün bunların içinde toplumsal olanın gölgesi hiç eksilmez. Bir organizma gibi dışseslerin ve içbilincin gölgesinde hareket etmek bu. Çift ağızlı bir kılıcın işleyişi yani.
AZE- “Bir Tufan Sonrası” adlı ilk kitabınızdan bugüne değin yazdıklarınıza bakarak “Özgürlük Şiirlerini” nereye, nasıl, niçin bırakıyorsunuz? Bu şiirler toplamına bakarak size devrimin ve aşkın şairi diyebilir miyiz?

MC- Bu niteleme için teşekkür ederim. Ne güzel. Devrimin ve aşkın şairi. Sözcükler insanı okşuyor. Ama şunu söyleyebilirim: Ben insanın insana kulluk etmediği, sömürünün, ırk, cins ayrımının, şovenizmin, milliyetçiliğin ortadan kalktığı, gerçeğin güçlülerin çıkarlarına göre konumlandırılmadığı bir dünyanın, yani şimdilik kaydıyla düşsel bir dünyanın da çağrısını yaptım şiirlerimde hep. Bir alıntıyla başlayayım öyleyse. Örneğin, “Yollar yıldız dolu, incileşen kum/ Martıları unutmayın, sesteki sesi/ Çünkü köpükten bir gülü/ Yaratma isteği benimkisi” (Büyük Sevişme) diyorsam, burada hem aşk ve hem de az önce tanımını yapmaya çalıştığım düşsel dünyanın şiirini yazmaya çalıştım. Yaşadıklarımızdan, kendi gerçekliğimden, deneyimlediğim dünyadan yola çıkarken özleme ait olana, herkesin bilinçaltında yatan düşsel isteğe çağrı yapmaya çalıştım. Bu duruşuma başkalarının katılması çağrı yaptım, sonuna değin böylesi bir aşkın ve politikanın içinde oldum görüldüğü gibi. O günden bu yana yazdıklarımda gelişip değişerek süregiden poetikamın içinde her yazdığım. Bana göre bir aşk şiiri yalnızca bir aşk şiiri değildir. Şairin yeryüzü duruşu, kadına bakışı, elinizi sürseniz görülür o aşk şiirinde. Elbette tersi de geçerli. Şöyle demişim Gençlik Çağı’nda, “Gece Yolcusu” adlı şiirde: “çağ kapkara bulutlar altında, bahçıvanım ki/ yenik düştüm, yüreğimden şiirler fışkırıyorum/ kış uyumlu cinasım, leylaktan leylağa gezinen ateş”

Şöyle diyelim. O günden bu yana bu toplumun, bu toplumun bir bireyi olarak kendimin ve yaşadıklarımın sesi oldum. Ayrıca toplumun hayaleti olarak içimizde gezinen ve devrimci kırımında hayatlarını kaybedenleri dile getirmek bir şair ve yazar olarak benim boynumun borcudur. Bundan böyle de bu tavrım devam edecektir. Ne yani, şair yaşadıklarını şiirinin dışında mı tutacak? Peki, toplumsal olan, toplumsalı da barındıran bireysel yaşanmışlık şiir olmayacak da ne olacak peki? Ya politik görüşleri yansımayacak mı? Yalnızca şiirsel olan bir metin var mı? Yani saf şiir? Ben olmadığını savunuyorum. Her metin bize bir şey söyler. Şiirsel bir anlam taşır.
AZE-Hayatı sosyosantrik bir adanma olarak yaşayanların ve hatta feda edenlerin duruşunun bize modernizm olarak sunulagelenin mutasyona uğramamış aslı olduğunu düşünüyorum. Metin Cengiz de yayımladığı bu kitabın modern dilini, 70’erdeki duruşun gerçekliğine dayandırıyor mu, aradan geçen yaklaşık 40 yıllık süre söylemini, şiirinin gören gözlerini törpülemiş, inceltmiş, yumuşatmış, teskinleştirmiş, duygusallaştırmış diyebilir miyiz?

MC-Modernizm elle tutulur bir biçimde nasıl tanımlanır, burası çetrefilli. Artık herkesin bir modernite tanımı var ve bu tanımlar postmodernizm olarak da kabul görüyor. Modernizm de moderniteyle kanbağı üzerinde anlamlı.

İnsanın dünyanın ve yaşadıklarının farkına varması mı? Eskiyle eskiye kesin bir sınır çizgisi çekerek ayrımını vurgulaması mı? Bence modernizm daha çok bu duruma uygun. Gerisi anlatısal. Gerçi eskiyi konumlandırmak ve arasına o konum üzerinden bir çizgi çekmek de anlatısal ama eskiyi sürekli aşma çabası modernizme daha uygun düşüyor sanki. İnsanın özne olarak kendinin ayrımına varması tarihi nesne durumuna düşüreli beri modernizm için en çok eskiyi silkeleyip atmak ya da bir biçimde (daha yumuşak, daha kabul görür vb.) aşmak düşüncesi insana hep çekici gelmiştir. Salt bu söylem üzerinden gidecek olursak hayatını feda edenlerin duruşu mutasyona uğramamış (bir eskiyi silkip atmak anlamında) bir modernist tavır sayılmalıdır, sayılır. Yetmişlerdeki duruş tam da böyleydi. Benim şiirsel söylemimde onların insan yanını ve kırımlarını ön plana çıkarmaktan başka o duruş aynen korundu. Peki ben neden o devrimci kırımını ve onların yaşam gerçekliklerini ön plana aldım? Çünkü kırılanlar topluma eşkıya, çapulcu, amacı olmayan maceracı, hatta toplum düşmanı gibi gösterildi. Öyle ki bu duruşun bozulması ve kırımın aesızlığa vardırılması sonuçta, bir eve kıstırılmış, çağın teknolojisiyle yakalanmaları için herhangi bir engel olmayan gençten çocukların alkışlar arasında öldürülmesine vardı. Artık trajik bile değildi bu. Sadece komikti. Ne oldu da bu gençler kurtarmak istedikleri, uğruna ölümü göze aldıkları toplumun alkışlarıyla öldürüldüler! Bunlar orta yere konmalı, özeleştiri mekanizması burada da işlemeli. Erke görünüşte öyle bir haklılık kazandırıldı ki duvara yazı yazmaya kalkışan çocuklar kurşunlandı. Öldürüldü. Bu kırımın gizli yapılanıydı. İşte şiirimin gören gözlerinin törpülenmiş olması, incelmiş olması vb. bütün bunlara karşı ve bunlar içindir.
AZE-Son olarak, ateşin ruhuyum uyuyamam demişsiniz “Hüseyin İnan için” şiirinde. Bu kitabın –belli ki uzun zamandır uyumayan ve sizi de uyutmayan ruhundan söyler misiniz biraz.
MC-Ateşin ruhu uyumaz. Uyutulmaz. Bu ruhun sönmesi insanlığın da sonu olur. İnsanileşme sürecinin ateşin bulunmasıyla başladığı unutulmamalı. Bu ruh insan için, insana daha yakışır bir düzen için gereklidir, gerekecektir. Neden gelecek düşüncesi? Şöyle bir baksanıza. Dünyayı, bizi kimler yönetiyor. Söylemleriyle, yaptıklarıyla kadüğü çıkmış politikasız politikacılar, neo faşistler. Ayrıca her türlü yolsuzluğa batmış, halk düşmanlığını pervasızca yapanlar. İşin garibi soldakilerin bu söylemlere kapılmaları, bu söylem sahiplerini “demokratik” görmeleri. İşte ateş burada yalpalıyor, iç rüzgârını kaybediyor, sönümleniyor. Örneğin “insan laik olmaz, devlet laik olur” söylemini ele alalım. Nereden bakarsanız koca bir bilisizlik yatıyor bu sözlerin altında. Ya da kandırmaca. Laik (grekçe laikos, fr. laïc veya laïque) halkla ilgili veya halktan olan anlamına gelir. Halk=laos, demos’taki siyasi anlama sahip değil ama. Karşıtı ise kleros. Yani ruhban sınıfı. Yani laik, ruhban sınıfına veya dinî bir tarikata mensup olmayan demek. Ben laik değilim, devlet laiktir diyorsa biri, bu kim olursa olsun, din adamı değilse (İslamiyet’te sözüm ona ruhban sınıfı yoktur ama…), ben tarikat mensubuyum diyordur. Bu kadar açık. Gerisi teferruattır, biçimle ilgilidir. Ateş işte bu kandırmacaya inanıldığında sönümlenir. Şiir ise ateşi körükler durur, doğası gereği.

AZE-Teşekkür ederim. Hafızanıza sağlık.

MC-Siz de sağolun.

Azad Ziya Eren, Cumhuriyet Kitap, 3 Temmuz 2008